Kıyamet Değil

Dünya, bildiğimiz güneşinin etrafındaki turunu tamamlamaya yakın zamanda rezalet bir şey oldu. Dost, aslında ismi bu değildi fakat bir gün tüm arkadaşlarına artık kendisine Dost diye hitap etmelerini ve bu konuda asla şaka kaldırmayacağını söylemişti, ailesiyle birlikte yılbaşı alışverişi için mahallelerindeki AVM’ye gittikleri sırada dünya yok oldu. Nasıl olduğu konusunda kimsenin hiçbir bilgisi yok. Bir anda oldu, her şey bir anda sona erdi ve herkes öldü. Evet, ismi lazım değil kişi bile, ama maalesef seninle birlikte…

 

- HAAASSSİKTİR! ALLAH KAHRETSİN HASSİKKTİR LAN!

 

Kahramanımız, o aslında gerçek bir kahraman değil, rutin bakım işleri için kısa bir süre önce Uluslararası Uzay İstasyonu’na fırlatılmıştı. İşini titizlikle yapan, yaparken de neredeyse tüm dünyayla irtibatını keserek o işe odaklanan biriydi. Teknik detayları yeterince bilmiyorum ama dünyanın birdenbire sonunun geldiğini hemen fark etmemişti. Önce kulaklığı birden cızırdadı, gerçekten rahatsız edici bir sesti bu ama herhalde önündeki somonu cıvatayı mı artık her neyse gerektiği yerine gerektiği şekilde sıkmaya çalışırken sesi fazla önemsemedi.

Her yer önce birden parlayıp da üzerine pata pata çata çuta kaya, taş ve beton parçaları sıçramaya başladığında kafasını işten kaldırıp arkasını döndü vee…

-Haaasssiktir! Allah kahretsin hassikktir lan! Ne yapıcam? Ben ne yapıcam? Allah kahretsin. Öldüm, ben de öldüm. Su… Nefes alamıyorum, hay lan nefes alamıyorum, kahretsin, öldüm, öldüm… (Ve evet, annesini de birden fazla kez seslendi fakat uzay boşluğunda bunu da kimse duymadı)

Kahramanımız, aslında doğru kelime survivor(=hayatta kalan), dünyanın başına gelen talihsiz olaydan sonra ölmemiş, hatta mucizevi bir şekilde hayatta kalan tek insan bile olabilirdi fakat ne yazık ki bu bilgiyi doğrulayabilecek artık kimse yok.

 

Dünyanın başına gelen talihsiz olaydan biraz uzay ve zaman sonra, kahramanımız istasyonun o güneş paneli gibi olan kısımlarına bir anlık dalgınlıkla oturmaya çalıştı ama yaklaşınca fark etti ki oralar cehennem kadar sıcaktı. Uzay boşluğunda durmaya hiç hâli yoktu fakat ne yapabilirdi ki? Arkasını her döndüğünde güneşin kocaman parlaklığından dolayı hiçbir şey göremiyordu, fakat kafasını biraz eğip kaldırırsa biraz ilerideki yarısı parçalanmış ve dans eder gibi güneşe doğru akan bir uzay seline kapılmış Ay’ın onun çok yakınından geçeceğini fark edebilirdi. Demek ki şimdilik kahramanımız ve Ay, dünyanın yokoluşundan sağ çıkabilmişti ama Ay’ın geleceği pek de parlak görünmüyordu.

Dünyanın yokoluşunu kaçırmıştı ama yeterince hayatta kalabilirse belki en azından Ay’ın yokoluşunu kaçırmayabilirdi.

Zor.

Çok zor.

 

unknown artist - track 4
unknown artist - track 4


Share:

Pek Kısa Öykü

Bir gün bir düdüklü tencere ile bir sincap karşılaşıvermiş. 
Sincap bir süre düdüklü tencerenin üzerinde görünen yüzüne merakla bakmış; bu güzel bir şey, ama anlayamaz. Sonra sincap çekip gitmiş, eskinin ormanı şimdinin toki konutlarına.
Düdüklü tencere oracıkta kalakalmış, yine, birilerinin içindeki boşluğu doldurmasını beklemeye devam etmiş.


Feyza Akın: Bayramlık Pabuçlarım

Share:

Net Piknik

Net Piknik kapandı! 

2009 yılındayız. "Seni çok güzel bir yere götüreceğim" diyor Esma. "Tuna Caddesinde, vaktiyle Cenk Korayların felan iş çıkışı piizlenmeye gittikleri bir yermiş. Düşün yani kaç yaşında, senden hatta benden bile büyük!"Aramızdaki yaş farkına şahane bir gönderme yapıyor; bunu söylerken gözleriyle boncuk boncuk gülüyor sevgilim. Eklemeden de duramıyor: "Hem hardalı da kendileri yapıyormuş!" İyi oldu bunu söylediğin, konuyu güzel değiştirdin, çatlak!

Net Piknik kapandı."Müdavim" kelimesini ve anlamını bana öğreten yer; çünkü kelimeler ve anlamları birbirinden çok ayrıdır. 10 yıldır her doğum günümde oturduğum masa, masaya konan ve geçen her yıl eksilen tabaklar, artık bütünüyle yok.2012 olmalı. Soğuk ama doğum günüm. Ev arkadaşım, bir arkadaşım ve ben. Her seneki gibi kaloriferin olduğu masadayız. Bir iki sefer sigaraya çıkıyoruz. Dicle, çiçek satıyormuş, yanımıza geliyor: "Abim" diyor, "bu güzel ablama neden bi' çiçek almıyorsun?"Acık üzgünüm. Neden hep kadınların erkeklerden bir şeyler aldıklarını, neden hiç kadınların erkeklere bir şey vermediklerini soruyorum. Doğum günlerinde erkeklere bir şeyler alınabilirmiş, Dicle öyle söylüyor.Acık üzgünüm, bugünün doğum günüm olduğunu ve gelen hiç kimsenin bir şey almadığını söylüyorum. "Ama öyle olmaz ki!" diyor Dicle, bileğindeki üç renkli bilekliği bana veriyor. 2012 yılı 7 Mart'ında aldığım tek hediye. Hemen bileğime sarıyorum."Hiiiiyy, korkmuyor musun!?" Neden Dicle? Neden korkayım ki? "O bizim bayrağımız" diyor, "kolunda görürlerse polisler seni döver." Masum.

Net Piknik kapandı. Tarihler, içinden hiç çıkamadığım 2014 yılını gösteriyor. Koca adam olmuşum, çünkü babam ölmüş. Parmaklarımla yedi gün sayıyorum. Toprağa verişimizin yedinci günü geçince, bir başıma Net Piknik'in kapısından giriyorum."Beyefendi nerelerdesiniz?" diye soruyor Şaban abi. Henüz kabul edemediğim gerçek ilk defa ağzımdan dökülüyor, babam öldü de. "Başınız sağolsun" dışında hiçbir şey demeden gidiyor Şaban abi. Dönüşte önüme rakıyı bırakıyor.

2015... Hacettepe'de memurum. Öğle araları Dekanlık'tan Türkan ablayla kaçıp kaçıp Net'e gidiyoruz. Hiç unutmuyorum, bir öğlen fazla kaçırmışım, sanırım Damla'yla aramız kötü o gün, iş yerine çakırkeyif dönüyorum. Perihan ablam, amirim, idari izinli sayıyor beni, eve yolluyor.Aynı yıl. İstifa etmişim. Şehri terk edememişim. İlk staj dersimden çıkıyorum. Mağlubun garip galibiyeti, Net'e gidip bir başıma kutluyorum. Sonra staj boyunca Binici, ara sıra Güçavlı ve ustam Köroğlu ile sık sık "içilemeyen rakısı"na düşüyoruz Net'te yine.

Net Piknik kapandı. Ofisten çıkarken telefonuma mesajı geliyor. Cenazeyi son bir kez, kendi gözlerimle görmeden inanmayacağım, Tunalı'dan Sakarya'ya doğru yürümeye başlıyorum. 10 yıldır doğum günlerimi kutladığım masa artık olmayacak. 2010'lara girerken yanımda olan ne varsa ya öldü, ya ayrıldı ya da kapandı. Feysbuk'un "anılar" kısmısı artık sanal bir kabristanlık. Yeni on yıla geçmişsiz giriyorum. Bunu kabul etmek güç. Terapistime "ağlamayı beceremiyorum" diye yakınırdım, bir ağlayabilsem her şey düzelecekmiş gibi gelirdi. Akay'a vardığımda hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyorum.

Net Piknik kapandı. Pazarları zaten açık olmaz.Cumartesi akşamı, kapılar son kez açıldı, son kez mezeler dizildi, son kez rakılar içildi, Şaban abi son kez günü bitirip evine doğru yol aldı, kapı son kez kapandı. Bir başıma son kez Net'te bir masaya oturdum. Tek başıma içmeye başladım. Net Piknik kapandı. Bu satırların bir çoğunu 28 Aralık Cumartesi akşamı önümdeki servis kağıdına yazdım. Güzin'e gönderdim, okumadı. Kapıda Onur hoca ile tanışıverdik, servis kağıdını eline tutuşturdum. Gecesine mesaj atmış, dehşetengiz beğenmiş falan. Net Piknik kapandı. Tekerlemeye döndürmezsem işte böyle, bu gerçeği kabullenmem biraz zor olacak. Bir ara yan masaya konsa çıktım. Özge ve sanırım Erhan. Her şeyin bu gece biteceğinden haberleri yokmuş. Eh, ölüm haberlerini verme konusunda tecrübe sahibiyim."Neden kapandı?" diye sorsalar "kalp diyorlar" der, yapıştırırdım cevabı. Fakat tam o sırada içeriye Özgün ve Gülce girdi. O ha! Sahi, nereden çıktılar? "Neden sizinle hep cenazelerde görüşüyoruz?" diye soruyorum. Cevabı hatırlamıyorum. Kafam göt gibi. Eve bırakıyorlar beni.

Net Piknik kapandı. Bana sorsalar, son beş yılda yaşanan tüm kayıpların bana karşı düzenlenmiş bir kalkışma olduğundan şüpheleniyorum. Artık doğum günümde beni bekleyen bir masa, ait olduğum bir yer yok. Yerine yenisini koyamayacağım.Net Piknik kapandı. Ankara koca bir kabristanlık. Yeni on yıla geçmişsiz giriyorum. Bunu kabul etmek güç.


Net Piknik

Share:

Sonra, bir gün tek başına

sonra, bir gün tek başına

B, bir süredir tam olarak ne düşünmesi gerektiğine karar veremiyordu. Mutlu ya da mutsuz değildi. Sabah uyandığında onu yataktan kaldıracak bir amacın yokluğunun getirdiği boşluğu hissetmiyordu. Kimseyi özlemiyordu; babası ölmüş olabilir, yaşıyor da olabilirdi, yaşarken her şey daha da kötü olabilirdi. Kimseyi gerçekten özlemiyordu; insanlar ayrılabilir, beraber de olabilir, beraberken her şey daha da kötü olabilirdi.

B, hayatta kalabilmek için kelimelerle oynar. Kimisi aklını kaçırmamak için keyfini kaçırır. Yarını düşünmenin korkusunu taşıyamaz, belki, geçmişte bir kapının kulbuna takılır hırkası, sündükçe süner. Hayatta hiçbir pişmanlığının olmadığını söyleyenler, yalan söyleyenler, pişman olacak kadar uzaklaşmamış olabilir o anlardan.

O anlarla çok fazla oynadı B, her yanına parmak izi, kan izi ve ıslak bulaştı. Gayret etse, bir ucundan tutup yan yana getirse bile nafile. Artık hepsi birbirinden bağımsız o anları toplayıp tek bir anı yapamaz. Fırsatı varken her birini tek tek özleyebilirdi, o da öyle yaptı. Geçti sancısı.

Sonra, bir gün tek başına yağmurun bitmesini, karların erimesini ve baharın gelmesini beklerken "belki de evrende tek başımıza olmayabiliriz" diye düşünmeye başladı. Yan yana gelmeyecek şeyleri düşündü; bilim ve kurgu, gece ve gündüz, son ve bahar. Yokluk da varlıktan, varlıkla beraber. Anların sancısını yaşayabiliyorsak, neden o anları tekrar yaşayamayalım? Kaldığı yerden değil ya, kaldığı yerde. 

Gidenler bir şarkı bırakır, giderken bir şarkı bırakırız, birbirimizde kalan eşyaları aldığımız yere bırakırız. Çekim eki, iyelik eki, adamın biri, çorabın teki: nerede bıraktıysan oradadır.

Share:

Efe

Şimdi, bir vidyo var, tamam mı?

Yiğenim Efe, ilkokul ikinci sınıftaki "sevgilisi" ile buluşmuş geçenlerde. Tırnak içerisine alıyorum ama yadırgadığımdan değil, hâşâ, meğer kız bunu sevmiyormuş. Ben oraları kaçırmışım.

Bizimkinin yüreğinde mahallenin bugüne kadarki en büyük yangını yanarken, kız o esnada başka bir oğlana esmekle meşgulmüş.

Bizimki bu durumu içine atmış belli ki, iki yıl sonra karşılaştıklarında "Hani sen birine aşıktın ya" demiş; kız kafasıyla "hı hı evet" yapmış. Bizimki "Hâlâ aşık mısın" demiş, kız yine bir şekilde "bilmiyorum" çekmiş.

Son duasını "Karar verince beni telefondan arar mısın" deyip etmiş çaresiz yiğenim. "O kadar, o kadar"

Tam o esnada her mahallenin bir köşesine, her masanın bir kenarına, her gündüzün bir gecesine istiflenmiş "gençsin unutursun" laflarıyla kardeş "amaaan boşver, sana başka kız mı yok" sorusu çıkıveriyor beyimizin karşısına.

Kaç zaman sonra başına geleceklerden habersiz yiğenim, e mevzunun güzelliği de burada değil mi, bitirişi yapıyor:
- Yok bana kız. Onu istiyorum ben. O kadar, o kadar.


Yiğenim Efe ve ben. Biz. Başkalarının içimizde bir gün kimsesizlikten can vermesine karşıyız. O kadar.

Canan Erbil - Mémoire Involontaire

Share:

Henüz Hiçbir Şey Yaşanmadı

Hazır herkes uyuyakalmışken, kimsenin kendinden ve eski sevdalarından başka kimseyi umursamadığı şu saatlerde, cevabının benden başka kimseyi ilgilendirmediği, yine de bir gevezelikle Rize'ye neden geldiğimin sorusunu cevaplayayım.

Ankara, Hasköy'de doğdum. Annem, doğumumdan sonra hastalığımı öğrenip de doğum izni bittiğinde, başıma bir şey gelir diye beni kreşe vermek istemedi. İyi bilgi: o gün bu gündür hep başıma bir şey gelir.

İki üst komşumuz, Meryem annemler, annemle o yıla kadar aynı iş yerinde çalışıyordu ve emekli olmuştu. Beni onlar büyüttü. Hatta bir süre sonra alt kattaki evimize hiç inmedim. Kötü bilgi: yıllar sonra patiğimi buldu annem. Bir teki yoktu. Hep bir ayağın dışarıda oldu zaten, dedi.

Meryem annemler Rizelidir. Şeyda halam gelirdi mesela Ankara'ya. Nereden? Rize'den. Rize nere? Yemyeşil bir yer. Hadi gidelim? Olmaz. Hasköy'de Meryem annemlerin evinin balkonundan baktığımda, şimdi Hüseyingazi olduğunu bildiğim, yemyeşil bomboşluğu görür, orayı Rize sanır, yürüyerek gitme planları yapar dururdum.

Özet bilgi: Laz uşağı olmam engellenemedi. 5 yaşımda bile de'li da'lı küfrederdim sinirlenince. "Ha sikecem yapacağnız işi da". Ekstra: Sıcacık Rize simidi yememiştim hayatımda, düne kadar, hep en az 15 saatlik yoldan gelmiş olurdu.

Sorunlu biri olarak sorumlulukla geçen ömrümün dayanılamaz bir noktasına vardım yine. Sağolsun ofisten birisi, kalan hayatımda (eski) sevgilim nefes almama imkân tanımadı. Kaçacak bir yer aradım. Tanıma bak: hem bildiğim hem de hiç gitmediğim bir yer. Rize işte.

Eve girer girmez karikatürümle karşılaştım. Beni çizdirmişler ve benimle hiç alakası yok. Bu da Rize işte. Yiğenlerim, benim hortkuluklarım, sarılsam geçmez özlemem, sarıldık ama. Enişteyle rakı, ablamla gece gıybeti. Ailem, ne güzelsin.

Yarın, eğer her şey yolunda gitseydi veya sorunlarımızın en azından yarısını çözebilseydik, ilk senemizi tamamlamış olacaktık. Olamadık. Olduğu kadar güzel miydik peki? Gerçekten hiçbir fikrim yok. Kısa zamanda nefes alabilmek için çok uzağına düştüm.

Yakın geçmişin artık benim geçmişim olmadığından belki; içinde hiç olmadığım, başka bir ifadeyle hep uzağında durduğum geçmişime sığındım. Kapanabilecek içim yoktu, kapana kısıldım. Laf: tamam, sadece yazarken o an güzel geldi diye bu cümleyi kullandım.

Rize'den ayrıldıktan sonra ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Ofise dönüp hak etmediğim yere azar işitmek istemiyor, bu curetten nefret ediyorum. Belki işi bırakırım.

Taş olsam çatlardım. Taş oldum ben de, çatladım.

Eve dönmek istemiyorum. Eve ait değilim. Ama ev, hiç değilse, tanıdık bir yer. Oradaki huzursuzluğum tanıdık, bildik biri. Özür dilerim Nick Hornby.

Nazlı, benim yerimde olmaktan çok korktuğunu söyledi. Böyle bir konu açacağını bildiğimden bugün çalan telefonunu açmadım.

Yarın geçince, seneyi devriyemizde, yeşili bol bir yamaç bulup rakıya düşerim. Neden olamadığımıza yine aksi iddia edilemez cevaplar bulurum. Güzel zamanları güzel şarkılarla, kötü günleri yine güzel şarkılarla anarım. Bu da böyle geçer gider işte.

Şimdi Rize'deyim. Tam olarak geçmişte. Henüz hiçbir şey yaşanmadı. Birazdan Kral Tv'de Nazan Öncel çalacak. Meryem annem elinde çaydanlıkla odaya girecek. Ben daha sakat kalmamışım, babam daha ölmemiş. Sonunu bilmediğim için hâlâ güzel günlerim olacak.



Canan Erbil - Ephemeral Cities



Share:

Kanat Organizasyonları



Kız arkadaşım Tokatlı bir Çerkez. Bazen öyle bir çerkez ırkçılığı tutuyor ki, yanında kendimi kürt, afvedersiniz ermeni gibi hissediyorum.

Güzel sözler söylediğimde Tokatlı, hoşuna gitmeyen bir şey yaptığımda ise Çankırılı oluyorum.

Çerkez olduğunu öğrenen hasım akraba anında "onlar tutucu olur, kendilerinden olmayana kız bile vermezler. iki gün sonra bırakır gider seni" diyerek beni dübel ediyor.

Bu yüzden bazen kendimi, milli ordunun karşısında yer alan Çerkez Ethem'e kötü laf söylerken buluyorum.

Her şeye rağmen onu nasıl seviyorum: "ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden."

Geçen sabah uyandığımda o çoktan hazırlanmıştı. Karşı kanepeye geçip beni izleyişini görerek uyandım. Hiç gereği yokken jilet gibi hazırlamış gömleğimi. Kahve yapmış mesela, günaydın kahvesi. Gece balkonda içtiğim sigara izmaritlerini poşete koyup balkona asmış.

Birden başını omzuma koymak gibi bir huyu var: Yer, mekan fark etmeden Çıt! gibi bir sesle... Çıt. Dokunsam kırılır, dokunmasam aklım kalacak sanki. Çıt.

Bence şahane araba kullanıyor. Bir yere tek araba gittiğimizde direksiyonu ona bırakıyorum. Manita koltuğuna oturan bir erkek olmaktan mutluyum. 5-6 yaşlarımda dayımın kırmızı Doğan Slx'ine bindiğimdeki huzuru buluyorum.

Ayrılacağımız vakitlerde kendisinin pek fark etmediği iç çekişine şahit oluyorum. Imh! Bu onun özleme şekli. Sanki içinde bir kedi, görünmez bir kedi bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Anlıyorum, gevezeyim ama konuşamıyorum o görünmez kediyle.

İnadı inat biri. Ama kendimi dürüstçe açıkladığım zamanlarda hemen ikna oluyor. Kim bilir, belki de ben kendimi kandırıyorumdur? Belki çoktan ikna olmuştur ama karşısında dökülüşümü görmeyi seviyordur. Kadınları bilemeyiz.

Ben kendimi yalnız hisseden biriyim. Yalnız değil de, kimsesiz gibi. Hayatıma girdiğinden beri kendimi kalabalık hissediyorum. Güzel bir şeyin güzel bir parçası gibiyim. Kendimi kandırıyor olabilirim tabii, kadınları bilemezsin. Olsun, kendimi biliyorum.

Arabada güzel bir şarkı dinlemeden önce üst üste 4-5 tane leş şarkı açma huyu edindik. Her seferinde en leş şarkıya erişmeye çalışıyoruz. Buldukça gülüp kahkaha işte...

Her şey şöyle başladı: Daha önceden bir şekilde tanışıyorduk ama Çerkezlerle flört etmeyi tercih ettiğinden onun için tam bir Suriyeliydim. Bir arkadaşımızın düğününe gitmiştik. Onu bir çocukla tanıştırmak istiyorlardı ama bizimkisinin pek gönlü yoktu. Ben duramadım...

Çocuğa çift taban daldım. Bir süre bozdum. Numara verdim, numarasını aldım. Radyocuymuş, şarkı armağan edeceğine dair söz bile aldım. Neyse. Mişın çoktan kompleytıd.

Sonra... Eve dönerken düğünde giydiği ayakkabının tekini gözünün önünde (ç) aldım. Günlerce yanımda gezdirdim.

Onun ayakkabısıyla neler mi yaptım? Bir gün Kurtuluş Parkına gittim, Ç'ukurda içtim, uyanınca yatağım boş kalmasın diye yastığıma yatırıp pikeyle örttüm, manita koltuğuma emniyet kemeriyle bağladım, mangala bile gittik.

Günler sonra bir rakı masasında kavuştuk. Masada hep güzel insanlar. Biz tabii pek denk gelmemeye çalışıyoruz. Bir an geldi, hava soğudu. Masa dip dibe, üşüdüğünü belli etti ortaya. Üstüme bir tanecik tşört, çıkartıp yolladım. Saçmaydı, hele masada üstsüz bir adam oluşum, güldü.

Eşyanın tabiatı tabii, bu sefer de ben üşüdüm. Üzerinde "rebel mode on" yazan şahane bir svetşörtü vardı. Onu da bana verdi. Tüm gece giydim, ne güzeldi. Tabii çıkarmak istemeyince ertesi gün işe beli kısmen açık o svetşörtle gitmek zorunda kaldım. Bana güldüler, olsun.

İsmi farklı dillerde farklı şekilde telaffuz ediliyor: Çerkez kız diyen de var, küt saçlı kız diyen de. Dışarıdan nasıl görünüyor hiç bilmiyorum, ben ona o kadar dışarıdan hiç bakamadım.

Nasıl seviyorduk? Severken ne yapıyorduk? Bütünüyle unutmuşum.

Hasta olduğum vakitlerde babam bana piliç çevirme alırdı. Can ağrısından hiç tat alamadan küfrede küfrede yerdim. Keşke babam yaşasaydı ve piliç çevirme kapıp getirseydi.

İlişki adı verilen doğru parçasından sonsuz sayıda korku geçiveriyor. Mutlu sonların varlığına inanmıyorum. Her şey olup bittikten sonra elimizde mutlu başlangıçlar ve son cümlesi kurulmuş, noktası vurulmuş, tanıdık ama benzersiz bir hikaye kalıveriyor.



Canan Erbil - Hysteria

Share:

Kadıköy'den

"Elfida, Arapça kökenli bir kelimedir. Kelime anlamı olarak gözden çıkarmayı, feda etmeyi ve vermeyi ifade etmektedir."
İsim
Temmuz ayından beridir ülkemde her şeyin ismi demokrasi olmaya başladı. Kırk yıldır Ankara'da oynanan sezon başı futbol turnuvasının adını bile değiştirdiler. Gittim o maça. Çünkü giderim. Herkesin eline Türk bayrağı uzattılar, ben de aldım. Çünkü alırım. Almazsam aklım kalır.

Uzatmalarda attığımız gole sevindiğim esnada mesaj geldi: "keşke burada olsan." Olurum, dedim. Elimde bayrağımla gece vakti İstanbul'a gidiyordum. Ne kadar da Fatihtim ama!

Şehir
Gece yolculuğunun gizemli yanı bir anlık hafıza kaybıdır. İlk gördüğün, karanlıkla aydınlık arasında kalan gökyüzü ben neredeyimi sordurur. Şehir ce-eee! der. Tanıdın mı beni? Kendini şehre sevdirmeye çalışanlar... İçine çektiğin ilk nefes, derin nefes. Etrafını saran yüksek binalara kusursuz saygı. Kuşlar, kuşları dinle. Çarçabuk otogardan uzaklaş, sakın şehirden yarın bir gün gideceğini çaktırma. Sigara? Git onu atacak bir çöp kutusu bul.

Kahvaltının Mutsuzlukla İlgisi
Bir sabah babam tarafından öpülerek uyandırıldım. Onunla olan ilişkimdeki birçok şey gibi, böyle olsun istememiştim. Gündelik hayatımın aksine uyurken çok masum olduğumu söylemişti. İnandım.

Sonraları, beraber uyuduğum kadını sabah kalktığımda yanımda bulamadım. Hayır, dramatik bir biçimde terk edilmemiştim. Horluyormuşum. Oğlun eskisi kadar masum değil baba!
Neyse, geçmiş gün bütün bunar. Kalanların canı sağolsun.

Aynı günlere çok farklı hâlde uyanışlarım oldu. Anlattığım da onlardan biri işte. Uyandığımda yanımda yoktu, tepemdeydi. Diyaframımın üstüne oturmuştu. Nefes kesici bir güzellik. Biyometrik fotoğrafındaki gibi düz bir surat... Orada oturmuş başımın etini yiyordu. Yatakta kahvaltı böyle olmamalı, insan eti yiyen kabileler hariç.

"Sen bana iyi gelmiyorsun" dedi. Buranın insanları Kadıköy'de yaşanmış ve yaşanacak her şeye derin anlamlar yüklemeyi seviyorlar. Oysa kimsenin kimseye iyi gelmek gibi bir meselesi olmadığını anlatmaya, benim bir mandalina olmadığımı kanıtlamaya çalışıyordum. Çünkü biz şimdi neyiz sorusuna verilecek henüz herhangi bir cevabım yok. Eski kadim uygarlıklardan beridir süregelen, taşı altına çevirmenin formülünü bulduktan hemen sonra cevaplanabilecek bir soruyla karşı karşıyaydım.

Etrafımdaki kadınlar isimsiz mutlulukları sevmiyor. Dünyaya getirdiğimiz bütün mutlulukları nüfusa kayıt ettirmekle geçiyor ömrüm. Çünkü isimlendirilmiş mutluluk kutsaldır*

Üzerimden kalkıp yanıma uzandığında içinde olduğum yerin ne kadar rahat olduğunu farkettim. Omuzlarımı küçük adımlarla yatağın üzerinde gezdirdim. Soluma serili perdenin desenlerine kabaca göz attım. Burayı sevmiştim. İleride o olmasa bile karyolanın kenarına falan takılabilirdim. "Galiba demokrasiyiz" dedim, dalga geçiyorum sandı. "İkimizin arasında geçen şey, işte adını koyamadığımız bu özlem hâlleri... Bu ilişkinin artık bir adını koymamız gerekiyorsa kesinlikle demokrasi olmalı!" O an yırtmıştım.

Ayrılık Çeşmesi
Dönüyordum. Dakika başı hüzünlü vedalar yaşayamıyor insan. Şair giden geminin ardından bakar, perondan duman duman kalkar tren, sevenler otobüslerin ardından koşarlar... Bizse yolu azıcık uzatarak en yakın metro durağına yürüyorduk. Birbirimiz için canımızı vermeye hazırdık, bu yüzden benim yerime akbil basmasını fazla önemsemedim. İki üç durak beraber gittik, canımın içi rızkını kazanmak için iş yerine yakın yerde iniverdi. Kapı kapandı, ardından baktım. Duvarda Ayrılık Çeşmesi yazıyordu, kocamandı. Sanırım bugüne kadar içtiğim suların membağını bulmuştum.

Üzerimizden biraz zaman geçti. Geceleri yanımda olamayışını termal içliklere sarınarak atlattım. Birbirimize kırılmanın türlü yollarını keşfettik. Nescafe 3ü1 aradanın yapay tadından, Tuborg Gold'un yakın zamanda para birimi olabileceğinden falan bahsettik. Ara sıra hayatıma başka birilerinin girip girmediğini sordu, çünkü demokrasilerde seçme ve seçilme hakkı vardı. Önemsemedim. Sandıkta kazandığımı masada kaybetmeyeceğimi biliyordum. Ankara mıydım canım ben? Yavaşşş.

Bir akşam üzeri yanına vardım. İş çıkışına yetişebilecektim. Nedense beni beklerken sıkılmamak için Gizemlerle oturdu. Yanlarına gittim, hemen sonra hep beraber kalkıp Kadıköy'deki eve geçtik. Ben öldüm, yağmura dönemedim, su oldum. Tekelden 1 litrelik benden aldık. Beni ketıla koyduk. Masada dünden kalan muhabbet duruyordu. Ağzımı açmadım. Çünkü sırtı bana o kadar dönüktü ki ne söylesem arkasından konuşmuş olacaktım.

Uyandığımda yanımda yoktu. Daha önce karşılaştığımız odasından çıktım ve onu salonda uyurken buldum. Sanırım sıra bana gelmişti. Karnının üzerine oturmaya çalışırken "Hakan, yapma!" dedi.



*Lafı Çevirenin Notu: "Vergilendirilmiş gelir kutsaldır"


Canan Erbil - Geçici Kentler


Share:

ALES

Ales için matematik çalışmam gerekiyordu fakat zamanında bildiğim her şeyi unutmuştum.

Üşenmedim, Ales'e yönelik videoları izlemeye başladım. Ağır geldi, hiçbir şey anlamadım. Gücenmedim, üniversiteye hazırlık videoları izledim. Çok karışık geldi. Vazgeçmedim, Anadolu liselerine hazırlık matematik videolarını izledim.

Olmadı, daha da geriye gitmem gerekiyordu! İlkokulda hocamın anlattığı matematik derslerini hatırlamaya çalıştım. Komşudan aldım bir tane, falan. Çok devamsızlığım olmuştu o yıllarda, parçaları birleştiremedim.

Gide gide en geriye gittim, sünnet videomu buldum. Açtım, onu izliyorum annemle. Matematik hâlâ sıfır. Biraz önce çükümü kestiler.

Canan Erbil - Kaygan Zemin

Share:

Yalnızlık App'leri

Atilla Atalay, mirc'e falan yalnızlık aletleri derdi. Etrafımız yalnızlık app'leri ile sarılmış a dostlar.

Sizi bilemem ama ben ofiste sıkılmış köpek surat efektli arkadaşları görünce yüreğime su serpiliyor. Çünkü rakı masasında toplanılmış "dostların arasında güneşin sofrasında" fotoğrafları; dıppssatada dıstaklı yanar dönerli okyanuslu dereli boğucu gece kulübü fidyoları görünce ne hayatlar yaşanıyor emenike deyü deyü kendime köpek çekiyorum. Tatil ve celebrity bacağından bakın hiç bahsetmiyorum.

Ekran elimden düşmeye görsün, anam önündeki bulmacadan kafasını kaldırıp:
- "Çıplak kadın resmi ney Berşan?" diyor.
- Nü, diyorum.

Üniversiteye başlamamdan sonra dara düştük. 21 yaşından beri çalışıyorum. Mezun olduğum gün 2 yıl 11 ay memuriyette kıdem toplamışım. Arkadaşlara zaman ayırmak gerekiyor tabii, zamanla onlar da eksildiler, e haklılar.

Okul bitince mesleğe başlamak için zorunlu staj dayadılar, bir yıldır memuriyetten aldığımın dörtte biri mayışla büroda çalışıyor, milletin evine hacze giderken "lan bize ne zaman gelecekler" diye kendime soruyorum.

Geçenlerde niyetlendim, pokemon avlamaya çıkar gibi snapchatlik fotoğraf-video olayına gireceğim tamam mı? Aradım bizimkileri, birileri duruyor sağ olsun, akşam toplanalım diye haber saldım. Anama da dedim ben bu akşam biraz geç geleceğim, diye.

"Kapıyı çalma, korkuyorum. anahtarını al" dedi. Gidemedim lan, ne bileyim, bir şey dur dedi işte. Daha zamanı var, dedi. Ben de korktum. anahtarımı aldım, kapıyı içeriden kilitledim.

Gel zaman git zaman, kendimi kurtardığımı düşünürken instagram'a snapchat özelliği geldi. Sağ olsun, bikini mayo ve bilumum ege sahili gördüm. Gerçi nasıl bir şeyse bakmıyorsun aabi sahil snapinde. Çekici gelmiyor, herkes ööyle olduğundan her halde, bilmiyorum.

Laf lafı açtı işte. Vurucu bir kapanış yapmam gerekiyor. Annemle bulmaca muhabbetinden yürüyebilirim.

- Anne bana bir tane bulmaca sorusu söylesene, dedim.
- "Dur şimdi, komşu dağ çileği getirmiş, sen işteyken yiyemedim. Gel beraber yiyelim."

Aradığım sonumu, en sonunda buldum. Dört harfli, iki kişilik: aile.

"Aslında ananas çok çıkar bulmacada, onu yaz sen."

Canan Erbil - Mémoire Involontaire

Share:

Mehmet Pişkin'in Ardından



"Bazen birisi gider ve hayatınızda bir kişilik dev bir boşluk bırakır." *

Henüz lisedeydim, hayatta herhangi bir şey olma ihtimalinin açık olduğu yıllar. Bigumigu adlı küçük bir evrende, merkez üssü İstanbul olan delidehşet insanlarla tanışıyordum. Neşe mesela, bir yandan Sadi Tekin. 

Mehmet Pişkin'i o dünyada, bu fotoğrafla tanıdım. Oha, şu dünyadaki en karizmatik adam! Can yakmayan bir mengene bulsam, kafam küçülse, boydan uzasam, tam o kadar bir şey olsam... Sonrasında gelen bir iki mesajlaşma, son cevabı ":)". Güzel işte, ben de en son gülerken hatırlıyorum.

Zweig'dan yetmiş küsür yıl sonra yeryüzüne düşen bir başka zarif tavır... Haber sitelerine "işte o video" diye düşen; aç işte, işe giderken dinle. "Ben bu çağdan bir kere de şerefimle geçeceğim"in dijital uzantısı, milyon piksel hâli. Ne yaşansa yahut hangi yaşam son bulsa bile bitmeyecek bir hikâye. Teşekkürler!



* Mehmet Pişkin'in Philip Seymour Hoffman'ın intiharının ardından yazdığı girizgah


Share:

Kapağından Kitap Tanıtımı


Bob Dylan'ın Nobel edebiyat ödülü almasına benim kadar sevineni tanımadım. Koca koca, tuğla gibi kitapları kim okuyacak abi? CD'si, Youtube'u var; açar dinleriz. Oldu bitti.

Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi alanında bu aralar şahane kitaplar çıktı. Hiçbirini okumadım. Ama tanıtımını yapmakta beis görmüyorum. Çoğu yayınevi editörünün bile arka kapak yazılarını, kitabı okumadan yazdığını düşünürsek, aman canım, ne uğraşacağım.

1- HUKUK METODOLOJİSİNİN SORUNLARI - Ertuğrul Uzun


Yeşil yeşil, kıpır kıpır. Dağıtımını pek beceremese de Nora Kitap bu işi biliyor. "Hukuk kitabı çıkartıyoruz, gömelim Themis'i" şiarı sıkıntılı biraz. Olsun, kadı kızı metaforu gözünüzde canlansın.

Kitabın yazarı Ertuğrul Uzun'a gelirsek; ülkemin başı yenen akademisyenlerinden, çalışkanlıkta bayrak taşıyanı. Son kale, yıkılmayan adam.

Eserin içeriğini pek bilmiyorum. Sanırım bir Orta Doğulu olarak, Batı'da bu alanda yaşanan sorunları "bak ileride bizim de bir hukuk sistemimiz olursa, böyle böyle dertlerimiz olacak" diye anlatıyor, olabilir.

Okumak lazım tabii.
Yayınevinin dağıtım sıkıntısına değinmiştim. Kalkıp kitapçınızda aramayın, üzülürsünüz. Babil.com'dan alalım, başımız ağrımaz.



2- HUKUK KURAMINI ANLAMAK - Raymond Wacks
Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramına Giriş, Çeviren: Fatma Süzgün Şahin-Serdar Ünver



Bir çoğumuz Raymond Wacks'ı Hukuk Felsefesine Kısa Bir Giriş kitabından tanıdı. Ben beğenmiştim. Kısaydı bir kere. Fakat geçen zaman içerisinde büyü bozuldu. Bu kitap 586 sayfa falan. Uf!

Bir inşaat malzemesi olarak Raymand Wacks'ın söze konu, kitabı, yine de, insanda güzel hisler uyandırmıyor değil. Lütfen şu kapağa bir bakar mısınız? Sizce de Ahmet Necdet Sezer'i andırmıyor mu? Ben eski güzel seküler Türkiye'ye çok benzettim.

Kitabın yayınevi Astana. Bir yerden tanıdık geliyor, değil mi? Son yıllarda UEFA Avrupa liginde sıklıkla boy gösteren Kazak futbolunun temsilcisi, yakın geçmişte Galatasaray'la karşılaşmıştı. Yırtıcı forvetleri Tanat Nusserbayev'e dikkat etmek lazım. Yakında Fransa ve Portekiz gibi kalburüstü liglerde izleme şansı bulabiliriz.


3- SOLİDARİST KORPORATİZM VE STEPTİKLİK BAĞLAMINDA TAHAKKÜMÜ TAHAYYÜL ETMEK - Abdurrahman Saygılı


Abdurrahman Saygılı'nın temcit pilavı gibi önce "Kutsal Canavar Devlet", ardından "Kutsallık ve Rasyonellik Sarkacında Devlet" adıyla yayımlanan eseri bu sefer üçüncü yeni ismiyle raflarda. 
İlk kitaba sınırlı sayıda çıkmasından sebeple ulaşamamıştım. İkinci kitap şahaneydi, çok ekmeğini yedim. İsmi afili, ama içeriği boğmuyor, iki üç günde devirirsin yani, muazzam. Senin benim anlayacağım gibi. Seviyorum.

4- Yeni Microsoft Word Belgesi - Hamdi Gökçe Zabunoğlu
Yıllardır beklediğimiz kitap. Devletin kolluk faaliyetini işleyen, yani polisiye motifli bir eser. Sürpriz sonlu. 

Keyifli okumalar sevgili okur.
Share:

Kırmızı Kara Burası Ankara

“Sonraları kadınlara nasıl âşık olduysam, futbola da öyle âşık oldum: Ansızın, açıklanamaz bir şekilde, üzerine kafa yormadan, getireceği acı ve kafa karışıklığını bir nebze bile düşünmeden.”
Nick Hornby – Fever Pitch

Hikâyesi olmayanlardan kuşku duyuyorum. Tanırsınız onları; hani şu amaçları, kariyer planları olan, soğuk İngilizce ders kitaplarından fırlayıp beş-on yıldır dibimizde biten tipler. Asla kaybetmezler, sadece risk almışlardır. Tutkuyla bağlandıkları hiçbir şey yoktur; b planları devreye girer. Ankara’nın tüm duvarlarına kırmızı sprey boyayla ‘rekabet değil dayanışma’ yazsan bile onlar kişisel gelişirler. Buyursunlar.

Hikâyem Ankara’da geçiyor. En tutamaksız yerinden de Gençlerbirliği…

Ankara 19 Mayıs Stadında İlk Maç
“Her şeyin ilki bir parça büyülüdür.” Emrah Serbes – Erken Kaybedenler

Üniversitenin ortanca yıllarında, elimi değdirdiğim her şeyin kuruduğu bir dönem geçirdim. Mezun olmama çok vardı, sayamayacağım kadar dersten kalmıştım; bir yandan devlet memurluğuna atanmıştım, en yakın arkadaşım emekliliği bekliyordu; babamı kaybetmiştim, bir daha bulamamıştım; harcım yoktu ya borcum çoktu; benim olmayan bir hayatı yaşıyordum. Bu durumu değiştirebilmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Herhangi bir cumartesi günüydü ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ev artık benim evim değildi. Önce Kurtuluş parkına, oradan da Sıhhiye köprüsüne kadar yürüdüm. Gar’ın önünden geçip Gençlik parkına doğru ilerlerken 19 Mayıs Stadından gelen sesleri duydum. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu ve maça gittim. Formasız ve kimseyi tanımazken.

Gençlerbirliği sahasında Gaziantepspor’la oynuyordu. Kendi hâlinde, olduğu kadar güzel bir oyunla çoktan bir-sıfır önde gidiyorlardı. Her şey bir yana Antep’in orta sahası felaketti! İyi bir orta sahanız yoksa geriye düştüğünüz bir maçın sonunda nasıl galip gelebilirsiniz ki? Babam benim orta sahamdı.

Maçı Antep kazandı. Henüz daha Gençler’in kaybetmesine üzülecek zamanlar gelmemişti. Ortada daha büyülü bir mevzu dönüyordu. Hâlimin Gaziantepspor’dan iyi olduğunu, onların geriye düştüğü maçı felaket orta sahalarına rağmen kazanabildiklerine göre, benim de kalan hayatımda neler neler yapabileceğimi düşünmeden edemedim! Varoluşsal problemler kahrolsundu, yaşasın futbol!

Şimdi düşünüyorum, o ilk maçtan çıkarabileceğim bir ders daha vardı: Fazlasıyla Gençlerbirliği’ne benziyordum. Her şey yolunda giderken birden, sebebini anlamadan kaybedebilirsin. Özellikle Ankara’da.
 

Tribüne adım atmadan önce sahanın yeşilini gördüğün ilk an
Çoğu kimse doğuştan Gençlerbirlikli olmaz. Takım, bu yönüyle Ankaragücü’nden ayrılır. Belki bir sempati duyarsınız, neticede şehrinizin takımıdır. Yavaş yavaş maçlarını göz ucuyla da olsa takip etmeye başlarsınız, hiçbir iddiası olmasa bile her sezonunun ayrı bir hikâyesi vardır.

Ve sonra, aydınlanma. Neden maçlarına gidemeyeceğiniz o malum şehrin takımını tutasınız ki? “Büyük” olmak zorunda olmadığını fark edersin. “Genç” olmanın kıymeti anlaşılır. Artık olmak istediğin kişi değil, kimsen o’sundur. Gençlerbirlikli, adı bile güzel.

Stat önü köftecilerinin isinin sisinin arasından geçip suçlu gibi demir parmaklıklardan çelik kapılardan içeri girdiğinde ilk önce sahanın yeşili görünür. İstediği kadar televizyonlarda dönsün dursun, biraz sonra bir daha asla tekrarı yaşanmayacak bir oyun oynanır. Senin önünde ısınan oyuncu belki de yarım saat sonra takımını öne geçiren golü atacaktır. Arkanda yüzü olmayan binlerce insan aynı sözü bağırır. Yavaş yavaş yerine geçersin; dur, oraya oturma, geçen maç uğurlu gelmemişti, en iyisi yan koltuğa geç.  

Birkaç maçtır gördüğün yüzlerin birer ismi olduğunu öğrenirsin. Önümüzdeki sezon yerine oturana kadar tek tek selamlaşacaksın. Eğer maça gelmedilerse meraklanacaksın. Sakin ol, işi çıkmış, her şey yolunda, iki hafta sonra tekrar bir arada olacaksın.

“Burası Ankara burdan çıkış yok”
Her sene aynı senaryo! Ligin ilk maçlarında bol keseden puanlar kaybedip küme düşmemeye oynuyoruz; ardından üç-beş antrenör değişiyor ve üst üste alınan galibiyetlerle paçayı sıyırıyoruz. Hatta biraz daha puan kazansak Avrupa’ya bile gidebiliriz de işte, neyse. Birkaç ay sonra yeni sezon başlayacak.

Mevsimler, sezonlar, iç ve dış transferler gelip geçerken ben, aynı güne uyanıyorum. Eğer üzerinde gezinmeye çalışıyorsanız hayal kırıklıkları cam kırıklıklarından daha fazla can yakar. "Zamanla geçer" dediklerinde içime su serpmediklerini, hay aksi, daha fenalarıyla karşılaşacağımı anlıyorum. Benden ayrılan her parçamı, yarım kalan hikâyemi arkamda, Ankara’da bırakmaya karar veriyorum.

Malum şehre gidiyorum. Kafaya koydum, Avukatlık stajımı orada başlatacağım. Koca koca binalar, aman aman ofisler, bembeyaz yakalar, let’s continue in english, yes orrayt, biz sizi ararız, fasa fiso, pokemon taso… Onlarca başvurum reddedildi, beni arkadaş olarak görüyorlarmış. Puan veya puanlar almaya gittiğim deplasmandan eli boş dönüyorum.

Döndüğüm gün kendi sahamızdaki ilk maça rastlıyor. Valizimi otogarda emanetçiye bırakıp Gençler’in maçına yetişiyorum. Köftecileri geçip çelik kapılardan giriyorum. Sahanın yeşili tekrar karşımda, nasıl bıraktıysam öylece duruyor. Arkama yüzü olmayan binlerce insan aynı sözü bağırıyor. Fakat bu sefer sözün asıl anlamını kavrıyorum: “Burası Ankara burdan çıkış yok!”

 
Canan Erbil - Ephemeral Cities


Share:

O Günler

Sonra
geçen her gün söyler dururum
"gelmesin o günler"

İsmi Nazım Değil


Share:

Çöp Kovasının Yanındayım

Yolumdan çıktığım, daha doğrusu hayatta hiçbir yolum olmadığını fark ettiğim günden beri ayaklarım yere daha sağlam basıyor. Koşmuyor, yürümüyor, önüme takılacak taşlara denk gelmiyor ve en nihayetinde düşmüyorum. Duruyor, duruyor, duruyorum.

Herkes ceza sahası içerisinde yaşanan karambolde gol ümidiyle birbirini ezerken, şöyle sahanın orta yuvarlağına yakın kısmında bekliyorum. Lütfen top gelmesin, defanstan seken top önüme düşmesin. Zaten biraz zaman geçse oyundan çıkmak istediğimi işaret edeceğim.

Tüm bunlar olup biterken, yani hiçbir şey olmuyor ve günler dışında hiçbir şey bitmiyorken birileri kalkıp "yanlış yaptığımı" söylüyor, söylüyor, söylüyor, söylüyor....bak buralar hiç bitmek bilmiyor.

Oysa hiçbir şey yapmadığımı yalvarabilirim.
Sadece kötü olmadığı için iyi biri sayılanların arasında bile değilim.

Sırf seni sevmiyor diye kalpsiz ilan ettiğin, kızdığın kimse olmadı mı? Oldu. Ne zaman sonra saçmaladığının farkında vardın mı? Belki. "Beni neden sevmedin" kadar saçma bir cevap hiçbir sınav kağıdına yazılmamıştır.

Yanlış hatırlamıyorsam her küme kendisinin alt kümesidir. HERŞEYSENDEGİZLİ değil; nereye varmaya çalışırsan çalış yine kendine çıkarsın. Hem iki de sanıldığı kadar kocaman bir sayı değildir; mutlu sona çıkmaz. Günü gelir elbet bir olursun.

Sınıfta küme çalışması yaptığımız günlerde ne yaptıysam aynısını yapıyor, boş küme olmayı seçiyorum. Çöp kovasının yanındayım. Sipsivri uçlu kalemlerimi bitene kadar tekrar tekrar tıraşlayacağım. Tükenmeye yakın bir ucu bir kıçı kalmış güdük hâline bakıp sebepsiz bir keyif alacağım. Eğer yeterince keskinleşirse kendime batıracağım. O kalemle bir çift kelime yazmayacağım.

Canan Erbil - Kaygan Zemin

Share: